Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde Rönesans’tan açık hava müzesi şehirlere başlıklı yazısını yayımladı. İşte Murat Ülker’in dikkat çeken o yazısı…

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde Rönesans’tan açık hava müzesi şehirlere başlıklı yazısını yayımladı. İşte Murat Ülker’in dikkat çeken o yazısı…
Şimdi Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret edeceğiz. Floransa muktedir bir ailenin mirasını koruyan bu şehir bugün adeta bir açık hava müzesi, tıpkı Bologna, Pisa gibi…
Çift kabuklu yapı, sekiz büyük kaburga ve spiral tuğla dizilimi, o dönemde devrim niteliğindeydi. Bugün kubbenin altına girip yukarı baktığınızda, mühendisliğin ve sanatın nasıl bir ahenk yarattığını deneyimleyebilirsiniz.
Palazzo Vecchio, Floransa’nın politik gücünün bir simgesiydi. Keskin hatları ve kalın taş duvarları, şehrin uzun süre süren güç mücadelelerini yansıtıyordu. Palazzo Medici Riccardi ise daha yumuşak çizgileriyle Floransa sokaklarına farklı bir estetik anlayış getirdi.
Santa Maria Novella ve Santa Croce’nin cepheleri, fresklerle bezenmiş. Bu yapılar, eski zamandan beri adet olan dini binaların bir sanat eseri titizliğiyle ele alındığını gösteriyor.
Uffizi ve Akademiler: Sanatın yaygınlaşması
Uffizi Galerisi, Medici’lerin koleksiyonunu saklamak için inşa edilmişti. Kapılarını halka açtığında, sanat ilk kez sadece soyluların değil herkesin erişebileceği bir şey haline geldi. Bence bu çok mühim ve benim de benimsediğim bir prensiptir. Biliyorsunuz bizde MUTLU ET MUTLU OL FELSEFEMİZ mucibince tüm sanat eserlerimiz ofislerimizde çalışanlarımızın isteği üzere kendi çalışma alanlarında sergilenmektedir. Hatta ben bunu bir usulle tüm Ülker Dostlarını kapsayacak şekilde genişletmek istiyorum.
Medici bahçeleri ve Floransa’daki akademiler, dönemin düşünürleri ve sanatçıları için bir buluşma noktasıydı. Şehir, bilgi ve estetiğin birlikte üretildiği bir merkezdi.
Ben bir yemek için veya sırf görmek için seyahat eden birisi değilim. Mutlaka bir sebebim olmalı ticari, ailevi, kültürel… İşte Floransa’ya da sayın Stefano Ricci’yi ziyarete gitmiştik; başarılı bir erkek giyim markası meydana getirmiş, saygın bir iş adamı ve mutlu bir aile reisi kendisi. Arkadaşlarla işini gezdik, evinde yattık, hobilerini öğrendik. İyi anlaştık, mutlu olduk.
Venedik, Rönesans’ı kendine has bir estetikle yaşadı. Kanallar, taş köprüler ve suyun üzerinde yüzen gondollar, şehri zaten başlı başına bir tabloya dönüştürüyordu. Ticaretin getirdiği zenginlik, sanatın her alanda hissedilmesini sağladı. Saraylardan atölyelere, meydanlardan kiliselere kadar her yerde ışık ve renk oyunları vardı.
Burada yürüyen biri, kanalların kıyısında ilerlerken cephelerdeki mozaikleri ve kemerleri görebilir. Venedik, Doğu ile Batı’nın buluştuğu bu özgün atmosferi sanatına da yansıttı.
Venedik’te hayat turistlere göre uyarlanmış ve herkes buna alışık görünüyor. Mesela operaya gittik. Verdi’nin Attila Operası, yerli var mıydı yoksa herkes mi turistti bilemedim. Ama tek dekorla tüm opera bitti. Zaten kadın baş aktris yani prima donna haricinde tüm oyuncular tek kostümle baştan sona oynadılar. Ben bir ara dalmışım, hayret onca gürültüye rağmen…
Yine de deneyim gerçekten çok özeldi. Çünkü Attila, Giuseppe Verdi’nin erken dönem eserlerinden biri ve ilk kez 1846’da Venedik’te, La Fenice’de sahnelenmiş. Yani ben aslında doğduğu şehirde, kendi topraklarında bu operayı izleme şansını yakaladım. Hikaye Hun İmparatoru Attila’nın Roma İmparatorluğunun beşiği olan İtalya’yı fethetme arzusunu anlatıyor. Operayı izlerken bir yandan internetten librettosunu takip etme fırsatım oldu ve özellikle Roma generali Ezio’nun Attila’ya karşı söylediği o meşhur söz sahnede adeta yankılandı: “Sen evrenin geri kalanını al, İtalya bana kalsın” (Avrai tu l’universo, resta l’Italia a me). Odabella’nın intikam aryaları, Attila’nın görkemli sahne girişleri ve koroların neredeyse savaş narası gibi yükselişleriyle eser baştan sona bir kahramanlık ve özgürlük hikayesi gibiydi. Benim için bu akşam sadece bir opera değil, tarihle, müzikle ve bir ulusun duygularıyla aynı anda bağ kurduğum bir deneyim oldu. Venedik’te Attila’yı izlemek, sanatın yani müziğin hem sanatın hem de kolektif duyguların taşıyıcısı olduğunu bana çok güçlü bir şekilde hissettirdi; çok başarılı ve verimli bir prodüksiyondu, maliyet, dekor, oyuncu açısından… Şimdi bir de başımıza sanat eleştirmeni mi kesildin, diyeceksiniz, haklısınız, ama dillendirmeden duramadım. Tüm sahnelerde birkaç çalıdan ibaret hep aynı dekor, fettan kızımız Odabella hariç herkesin pespaye, herhalde Hunlar barbar oldukları için, kıyafetleri hatta Attilla ve General Ezio’nun hep aynı kıyafetle operayı tamamlaması ve daha niceleri…
Bu arada operanın hikayesine değinmişken bir efsaneden de bahsetmek isterim. Bahsedilen efsaneye göre, Venedik’i bu operada bahsi geçen Attila’dan kaçanların kurduğu söyleniyor. Rivayet odur ki, 5. yüzyılda Hun İmparatoru Attila, İtalya’yı fethetmek için ordusuyla ilerliyordu. Şehirler bir bir düşerken insanlar, onun gazabından kaçabilmek için Adriyatik kıyısındaki nehirler ve lagünlerdeki gizemli adacıklara sığınıyor. İnsanlar burada küçük topluluklar kuruyor ve zamanla bu adalar birleşerek bugünkü Venedik şehrine dönüşüyor. Venedik’in kuruluş hikayesi olarak halk arasında bu efsaneyle anlatılsa da tarihi ve arkeolojik bulgular aslında şehrin oluşumunun çok daha uzun bir süreçte gerçekleştiğini gösteriyor. Kim bilir? Tamamen doğru olmasa da insan bazen bir şeye inanmak istiyor; yani Attila operasının sahneleri Venedik’in tarihini, insanın cesaretini, direncini ve özgürlük arzusunu gözler önüne sererek tarih ve sanatın birleştiği o anı unutulmaz kılmak mı istiyor.
Daha önceki blog yazımda “Tüm yollar Roma’ya mı çıkar?” diye sormuştum; çünkü Roma, tarih boyunca sadece İtalya’nın değil, aynı zamanda dünyanın da sanat ve kültür merkezlerinden biri olmuş bir şehirdir. Yani tıpkı antik Roma yollarının tüm İtalya’yı birbirine bağladığı gibi, sanat da farklı dönemleri ve coğrafyaları birbirine bağlıyor. Bu bağlamda, Roma’daki Galleria Nazionale d’Arte Moderna e Contemporanea, İtalya’nın en kapsamlı modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yaparak sürdürmeye devam ediyor.
1883 yılında dönemin bakanı Guido Baccelli’nin girişimiyle kurulan müzenin bugünkü binası, 1911–1915 yıllarında Cesare Bazzani tarafından tasarlanıp inşa edildi. Bazzani’nin anıtsal yapısı; cephede Ermenegildo Luppi, Adolfo Laurenti ve Giovanni Prini’nin kabartmaları ve Adolfo Pantaresi ile Albino Candoni’nin bronz figürleriyle bezelidir. Güvenlik nedeniyle uzun süre kapalı kaldıktan sonra 2018’de tekrar kullanıma açılan bu yapı, müzenin çağdaş yüzünü oluşturuyor.
Müzenin dış mimarisine değinmişken, iç mekanda yer alan “Yoktunuz” sergisine de değinmeden geçemem. Müzede geçirdiğim süre boyunca yalnızca modern sanatın evrimine tanıklık etmekle kalmadım, aynı zamanda her bir eserin ardında yatan derin anlamları hissetmek imkanı buldum. Güneştekin bu sergisinde, savaş, yoksulluk ve dışlanmışlık gibi evrensel temaları sadece görsel olarak değil, duyusal bir biçimde, özellikle “Picco di Memoria” (Hafıza Tepesi) adlı eserinde aktarıyor.
Bir sonraki durağımız, Pisa.
Piazza dei Miracoli, beyaz mermerden yapılmış yapılarıyla göz alıyor. Eğik Kule, Katedral ve Baptistery yan yana geldiğinde ortaya çıkan uyum, Rönesans’ın taş üzerindeki inceliğini yansıtıyor.
Galileo ve bilimsel merakın izleri
Galileo Galilei Pisa’da doğdu ve gençliğinde Pisa Üniversitesi’nde eğitim gördü. Burada geçirdiği yıllar, onun doğa yasalarına olan ilgisini besledi. Eğik Kule üzerinde deneyler yaptığına dair hikayeler anlatılıyor.
Kaynak: Yeni Safak – Aktüel