Ait Olmak, Sevmek ve Bağ Kurmak
Schmid, yaşlandıkça bizi hayata bağlayan şeylerin başında ilişkilerin geldiğini söylüyor. Özellikle de sevgiye, dostluğa ve ait hissetmeye dayanan ilişkiler. İnsanın kendi içine çekildiği, bedenen ve zihnen yavaşladığı bir dönemde, başka bir insanla kurulan bağ; hem sakinleşmenin hem de hayatın bizim için ifade ettiği anlamı taze tutmanın en güçlü kaynağı olabilir.
Çocuklar mesela… Schmid’in oğlu, bir sohbet sırasında “yaşlandığında ne iyi gelir” sorusuna hiç düşünmeden “iyi huylu çocuklar” cevabını veriyor. Yaş aldıkça, çocuklarımızla olan ilişkimiz değişiyor ve bu ilişkinin hayatımızdaki anlamı daha da görünür hale geliyor. Hayatı onlara devretmenin, onlarla aynı dili konuşabilmenin, birlikte düşünebilmenin ve paylaşabilmenin, bir bakıma da güncel kalabilmenin bir yolu bu. Gün geliyor ve biz onlara değil, onlar bize bazı şeyleri öğretmeye başlıyor. Hele ki teknoloji gibi hızla değişen alanlarda, kimi yaşlılar için çocukları olmasa güncel kalabilmek imkansız. Bu yüzden Schmid, “çocuklarımız sayesinde dünyayla bağımızı sürdürebiliriz” diyor. Tabii bu bağ, ancak çocuklarımıza bir yük olmamayı başarabilirsek sağlıklı bir biçimde varlığını sürdürebiliyor.
Peki ya torunlar? Onlarla kurulan ilişki de çok kıymetli. Canımın canı derler ya, işte o misal. Hele ki artık geçmiş ile gelecek arasında bir köprü gibi hissediyor, daha doğrusu hissedebiliyorsak kendimizi ve bunu olgunlukla karşılayıp gülümseyebiliyorsak… Birlikte geçirilen zamandan alınan keyif gerçekten tarif edilemez. Schmid, torunların büyükannelerinden ve büyükbabalarından dinledikleri öğütlerin ve hikayelerin yanında, zamanla ilgili bir hissiyat da devraldıklarını söylüyor. Geçmişte kalanla bugünün arasında kurulan bu bağ hem yaşlılar hem de çocuklar için büyük anlam ifade ediyor. Tabii buradaki sınırın da farkında olmamız gerekiyor. Eğer sürekli yeni dünyayı yargılar, düzeni agresif bir şekilde sorgular ve değişimi yadırgarsak; işte o köprü hızla ortadan kalkabiliyor.
Çocuk ya da torun herkese nasip olmayabiliyor. Schmid’e göre bu bir engel değil. Çocukların olduğu ortamlarda bulunmak, bir okulda gönüllü olmak, çocuklara kitap okumak, hatta sadece onları dinlemek bile insanın dünyaya hala katkı sağlayabildiğini hatırlatıyor.
Kardeşlik ilişkisi de yaşlılıkta önem kazanıyor. Çocukluk döneminden gelen ve hayatın tamamına yayılan bir yakınlıktan bahsediyoruz. Her şeyi konuşabileceğiniz biri varsa, hayat daha kolaylaşıyor. Ama her kardeşliğin sağlıklı bir şekilde sürdürülemediğini de biliyoruz. Burada zamanla büyüyen küskünlüklerin ya da miras meselelerinin ilişkileri bozabildiğini söylüyor Schmid. Böyle durumlarda sakin kalmak epey zorlaşıyor elbette. Yine de yaşamın bu dönemine gelindiğinde, kırgınlıkları sürdürmenin anlamlı olup olmadığını zaman zaman kendimize sormakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Ablam benim yegane kardeşim ve ortağım, birimiz 60’lı diğerimiz 70’li yaşlarda sanırsam öğrendik artık hayatta neyin önemli olduğunu, takılıp kalmamak gerektiğini detaylara…
Hayatınızı paylaştığınız, birlikte yaşlandığınız; yeni bir aile kurduğunuz kişiyle, yani eşinizle kurduğunuz bağa ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Schmid, “gençken verilen o birlikte yaşlanma sözünü, artık yaşanarak hakkıyla yerine getirme zamanı geldi” diyor. Yaşlılıkta ilişkinin biçimi değişiyor. Birliktelik artık daha çok anlayış ve daha çok sabır istiyor. Hafıza zayıfladığında, hareketler yavaşladığında, çok kolay gelen şeyler artık zor gelmeye başladığında ve eski cazibe kaybolduğunda… Saygıyı kaybetmemek ve sevgiyi sürdürebilmek için, sakinlik gerekiyor.
Ve tabii dostluklar. Emeklilikle birlikte iş arkadaşlıkları azalıyor, sosyal çevre daralıyor. Ama arkadaşlık başka; dostluk başka bir şey. Dostluklar sadece birlikle bir şey yapmak değil, birlikte “olmak” üzerine de kuruludur. Birlikte konuşmadan oturulabilen ve aylar sonra görüşüldüğünde aynı yakınlıkta devam edilebilen ilişkiler… Yaş aldıkça, bu tür dostlukların kıymeti daha da artıyor. Schmid, dostlukların çoğu zaman yan yana yaşanmadığını ve bu yüzden birçok sorundan da kurtulduğunu söylüyor. Hafif bir mizah var burada, ama altı dolu. Aynı evi paylaşmadığınız, aynı hayatı sürdürmediğiniz için kırılmalar da daha az oluyor. Bazı mesafeler dostluğu daha sağlam kılıyor. Çünkü beklenti azalıyor, hesaplaşma ihtiyacı düşüyor. İyi bir dostluk, içinde beklentilerin olmadığı bir yakınlık sunuyor insana.
Bazen de yıllar içinde kopan ilişkilere dönüp bakma ihtiyacı doğuyor. “Kimler hayatımda artık yok?”, “Sebebi neydi?”, “Bugün olsa hala aynı şeyi yapar mıydım?” gibi sorularla baş başa kalıyoruz. Ve bazen bu soruların cevapları geç kalmış oluyor. Eğer geç kalınmamışsa şayet, belki bir telefon açılır, kısa bir mesaj atılır, bir şekilde yol yeniden bulunur.
Ama eğer geç kalınmışsa… O zaman geriye sadece o ilişkiyi zihninizde nasıl taşıdığınız kalıyor. İçten bir özür dileyememek, bir şeyi açıklayamamış olmak ya da sadece veda edememek… Bunların her biri zihnin bir köşesinde kalabiliyor. Böyle durumlarda yapılması gereken, geçmişle barışı zihinsel bir düzlemde kurmaya çalışmak; en azından onun sizde bıraktığı izle barışmak. Belki bu da geç kalınmış bir şeyin içinden “hala” bir sakinlik çıkarabilir.
Son olarak Schmid, düşmanlıkların da bir çeşit ilişki biçimi olduğunu hatırlatıyor. Ve insan yaş aldıkça, bu düşmanlıklardan vazgeçmeyi veya barışık yaşamayı öğreniyor. Her şeyi affetmek gerekmiyor belki, ama düşmanlıkla yaşamanın da bir raconu vardır. Hatta bazı düşmanlıkların, insana düşündüğünden daha fazla şey kattığını fark ediyorsunuz. Şöyle diyor Schmid: “Düşman yıllar süren sadakatiyle, bu rolü için de dürüstçe saygı görmeyi hak etmemiş midir? Sevinç ve sevginin olumlu tecrübesinin değerini daha iyi bilmemizi sağlayan, kızgınlık ve öfkenin olumsuz tecrübesi değil miydi zaten?”. İlginç değil mi?
AFFETMEK KABİL Mİ? Bence değil, zira hiç kimse dünyayı durdurup bir tur geriye sarabiliyor mu? HAYIR. Ama yanlış sizin şahsınıza mı, yoksa sisteme, inanca mı vb? O halde bırakın onlara kararı. Size ne, demiyorum; sadece size ne kazandıracak ne rahatlık sağlayacak? Yoksa peşinde koştuğunuz egonuzun tatmini mi? Yoksa, küçük mü düşüyorum, düşüncesi mi?
Schmid’e göre sakinliğe giden yollardan biri de farkındalık. Geçmişe baktığımızda karmaşık görünen şeyler, yaş aldıkça basitleşiyor, önemi azalıyor. Hayatın son dönemine yaklaşırken insan kendisine bazı soruları daha fazla sormaya başlıyor. Nereden geldim, nasıl yaşadım, bugün olsa aynı kararları verir miydim gibi… Bu nevi soruları sormak, cevaplarının peşine düşmek, yaşadıklarımızı anlamlandırabilmek, hayatın anlamı ve değeri açısından çok önemlidir.
EMRİ BİL MARUF NEHYİ ANIL MÜNKER ne demektir? İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek… İşte bu benim hayat ödevim, iyiliği yaymak, kötülüğü önlemek! Böylece bir insan olarak diğer canlı, cansızlardan farkım oluyor; tatmin vesilesi oluyor.
Yaş aldıkça ölüm daha bir gerçek, kaçınılmaz oluyor. Yakınlarımızı kaybediyoruz, dostlarımızın cenazelerinde kalanlarla birlikte saf tutuyoruz; kabirlerinin başında dua ediyoruz. Sıranın bize yaklaştığını açıkça görüyoruz, kalan mesafe süreyi sorguluyoruz. Amma velakin ölüm, hayatın içinde olmaya devam edecek.
Ölümü son durak olarak görmek de herkes tarafından paylaşılan bir düşünce değildir. Pek çok insan için ölüm, bitişten ziyade bir geçiştir. Bu dünya üzerindeki hayat sona erse bile; başka bir yerde, başka bir biçimde devam edeceğine dair bir inanç vardır. Bu yaşarken yapılanların yalnızca dünyadaki sonuçlarıyla değil, diğer taraftaki karşılığıyla anlam kazandığına işaret eder. Bu anlayışta vakit sınırlı ve değerlidir ama meselenin bütünü yalnızca bu dünyaya sığmaz. Ben inanan bir insanım ve benim için hayatın anlamı sadece şimdi ile sınırlı değil. Yaşarken nasıl davrandığım, nelere önem verdiğim, kime ne kattığım kadar niyetim ve iç huzurum da bir o kadar önemli. Peygamberimiz: Tüm işler niyetlere göre değerlendirilir, demiştir.
Bunların hepsi benim dinimde haram yani yasaktır. Allah’ın verdiği canı sadece Allah alabilir. Ama bu yolları seçenler, merak edenler var. Bu tür kararların insanın kendisi kadar çevresindekileri de etkileyen sonuçları var. Özellikle intihar gibi durumlarda geride kalanlar: “Benim yüzümden mi oldu?”, “Bir şey yapabilir miydim?” gibi soruları kolay aşamıyor. Schmid, bu konuların ciddiyetini kabul ederek Hollanda’daki gibi düzenlemelerin yerinde olduğunu söylüyor. Kişinin bu isteğini tekrar tekrar dile getirmesi, hastalığının ölümcül olduğunun birden fazla hekim tarafından onaylanması ve uygulamanın yalnızca doktorlarca yapılması gibi kuralların hem etik hem hukuki olarak bu süreci daha sağlıklı kıldığını belirtiyor.
Ben buna kesinlikle katılmıyorum; anlatayım: Afrika’da goyadaydım. Fildişi Sahili’nde bir fabrika ziyaretimde telefonum çaldı. İstanbul’dan eşim telefonda ağlıyordu. “Babamın fişini çekecekler.” dedi. Kayınpederim bir kaza geçirmiş, yoğun bakımdaydı. HAYIR, bekleyin dedim. Ben geleceğim, konuşacağız. Sonra kayınpederim hastaneden çıktı, birkaç yıl çok mutlu olarak yaşadı bizimle; hatta Tayyip Bey geçmiş olsuna gelmişti, konuşmuşlardı.
Kaynak: Yeni Safak – Aktüel